ÖYLESİNE BİR GÜNDÜ

ÖYLESİNE BİR GÜNDÜ…

Öylesine bir gündü. Öylesine yürüdüm sokaklarda. Gülen yüzler de gördüm, canı sıkılanlar da. Yaşamın ağır yükü altında eğilmiş olanları da, lüks aracında caka satanları da. Bir bebek ağlıyordu beyaz camda, akşam haberlerinde. Duygu koymuşlardı adını onu bulanlar, duygusuzlara, vicdansızlara inat. Yaşamı kucaklıyordu o yumuk elleriyle ve incecik kollarıyla. Büyüyecekti. Ama, bir yuva sıcaklığını tatmadan. Bir anne sıcaklığını yaşamadan, koklayamadan. Koşup oynayacak, gülecekti belki ama hep bir şeyler eksik kalacaktı.Güzel bir kız olacaktı belki, sevip sevilecekti.Kendisi de bir anne olacaktı günün birinde. Yavrusunu bağrına bastığında içi yanacaktı belki. Kimse beni böyle sarmadı ki, gözümde yaş olsa, benimle ağlayan, hastalığımda başımı bekleyen olmadı ki… Geceleri üstümü örten, şefkatli elleriyle saçlarımı okşayan, sıcak dudaklarıyla alnımda öpen olmadı ki…diyecekti belki.

Başka bir yerde, süslü bir bebek arabasında uyuyup kalmıştı bakımlı bir kız çocuğu. Sevgi dolu kucaklarda, şımararak büyüyen. Teyzeler, amcalar, dedeler, büyükanneler arasında büyüyen. Ve bir diğerinin de artık yeni yuvası kendisi gibi terk edilmişleri barındıran bir kurumdu. Bakıcı anneler ve çocuk viyaklamaları arasında büyüyecekti. Bir yudum sevgiye hasret, ana kokusuna hasret. Öylesine bir gün olsa da benim için, kadersiz bir kız evladının kaderinin belirlendiği bir gün olmuştu bugün. Gözünde hep bir hüzün olacaktı. Kimsesizliğin ve terk edilmişliğin o tarifsiz kokusu sinecekti üstüne. Öylesine bir gündü işte.

BİR KEDİ VE BİR ADAM


Soğuk bir gündü. Dalgın, düşünceli bir adam kalabalığın arasında yavaş adımlarla yürürken evine yakın bir sokakta ön ayakları ezilen bir yavru kedi gördü. Başkaları gibi geçip gitmedi oradan. Durdu ve baktı haline. Ne durumda olduğunu anladıktan sonra onu bir veterinere götürdü. Kedicik de sevimli mi sevimli. Ama acılı ve yardım edin dercesine mahzun bakışlı. Muayene masasında bir kez daha göz göze geldi minik kedi ile adam. Yaşamasını umut ediyordu. Yaşat beni dercesine bakıyordu minik kedi de. Onu orada gözlem altında bıraktı ve çıkıp gitti. Henüz evine gelmeden bir haber aldı. Minik kedi ölmüştü. Bir hüzün kapladı adamı. Adımları ağırlaştı. Eve gitse ne olacaktı ki. Bir minik canı kurtaramamıştı. Olmamıştı. O cılız ses ve yalvaran bakışlar geldi aklına, hüznü arttı. Evine yaklaştı. Nereden çıktığını anlayamadan, bir anda güzel bir tekir kedicik çıkıp geliverdi ve ayaklarına sürtünmeye başladı. Az önceki habere mi üzülsün, yoksa şu gelen ve sevgi bekleyene mi sevinsin? Bir anda kalakaldı öylece. Bir süre baktı tekire. Bu şirin tekir sanki hüznünü dağıtmak için gönderilmiş bir armağandı. Gülümsemeye başladı. Onu kucağına alıp girdi bahçeye. Üç aylık ya vardı ya yoktu. Bu gece demek ki seninle sohbet edeceğiz, dedi. Dinleyip mırıldanıyordu tekir sanki anlarmış gibi. Sevginin tek dili yoktu. İşte anlaşıyorlardı. Sevildiğini ve kabul edildiğini biliyordu sanki. Sevgi evrenseldi. Sevgi şiir gibiydi. Sevgi ilham gibiydi. Aniden gelivermişti. Küçük tekirin en hüzünlü anında geliverdiği gibi. Bu kadar cilveli, nazlı olduğuna göre mutlaka dişidir diye düşündü adam. Evet, bu bir dişi kedi idi.Ona bir isim koymalıydı. Ama önce yatacağı yeri hazırlamalıydı. Balkonun bir köşesine serdiği kumaş parçaları ile ona bir yatak hazırladı. Ve karnını doyurdu. Mutluydu kedicik. Kuyruğunu sallayıp duruyordu. Bir kedi için mutluluk kolaydı. Bu kadarcıktı işte. Doymuş bir karın ve biraz sevgi. “ Ne kadar mutlu şu an “ diye düşündü adam. Ve biz, biz insanlar mutlu olabilmek için ne çok şey bekliyoruz? Bir yandan kedinin başını okşarken tatlı mırıltılarını dinliyordu. Bu, adamı da sakinleştirmişti. Kendi vücudu üzerine kıvrılarak uyumaya başlamıştı kedi.

Bu kediye Gecem adını vermeliyim dedi. Hüzünlü ve mavi bir gecede gelivermişti. Artık onun adı Gecem idi. Gecem rüya görüyordu. Kıpırdıyor ve bacağı seğiriyordu. Bir yandan da kuyruğu sallanmaya devam ediyordu. Ne görüyordu acaba rüyasında? Çok merak etti adam. Ve bir kedinin mutluluğu bulmasını anlatan kısa bir hikâye geldi aklına. Hikâye şöyle idi:

Büyük bir kedi, kuyruğu ile oynayan küçük bir kediye sormuş: “Neden kuyruğunu kovalıyorsun? “ Yavru kedi yanıt vermiş:” Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk, mutluluğun da kuyruğum olduğunu öğrendim. Bu nedenle onu kovalıyorum. Yakaladığımda mutluluğa kavuşacağım.” Bunun üzerine yaşlı kedi şöyle demiş: “ Gençken ben de mutluluğun kuyruğum olduğuna karar vermiştim. Ama şunu fark ettim: Ne zaman onu kovalasam benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi yoluma gitsem hep peşimden geliyor.”

İşte böyle… Mutluluk uğruna arayışlarda iken belki de yanı başımızdaki mutluluğun farkına varamıyoruz. Ve yaşamı ıskalayıp geçiyoruz. Mutluluk uzağımızda olmayabilir. Yeter ki geldiğinde ve kapıyı çaldığında onu duyup kapıyı açabilelim. Ve yüzümüzdeki en masum gülüşümüzle onu içeriye buyur edebilelim. Mutluluğu hepimiz hak ediyoruz elbette. Mutlu olanlardan ve mutlu edenlerden olabilmeniz dileğiyle. Mutluluk kapıyı çaldığında açın lütfen. Derin uykunuzdan uyanın ve açın. Demli çayınızı birlikte için. Ve merhabanın sıcaklığı ile ısınsın elleriniz. Duvarlarınızda çınlasın şen kahkahalar.

MUTLULUK

Mutluluk belki

Filizi yeşil,

Belki de pembe.

Mutluluk bekli

İçilen bir demli çay

Sevdiğinle.

Müşerref ÖZDAŞ

KORKULARIM


KORKULARIM

Korkuyorum seni sevmekten. İlk defa korkuyorum. Geriye baktım çok defa. İlk defa sevmekten ve seni kaybetmekten korkuyorum. Gördüğüm rüyanın bitmesinden korkuyorum. Sana gelmekten korkuyorum. Özlemekten korkuyorum. İhtimallerden korkuyorum.

Sesim sana özlem dolu.

Gözlerime ışıksın.

Işığımı kaybetmekten korkuyorum ilk defa. Yıkıntıları süpürebilecek gücü verdin bana. Bu gücü bile kaybetmekten korkuyorum. Ne bileyim işte, belki de beni sevmenden korkuyorum. Sana acı vermekten korkuyorum.

Kış ortasında açan çiçeğimdin.

Solmandan korkuyorum. Geleceğim, bekle demiştim. Gelip de seni bulamamaktan korkuyorum.

İçimdeki çocuk sustu bu aralar.

Ya yeniden konuşmazsa benimle? Onu küstürmüş olmaktan korkuyorum. En kötüsü de senin susmandan korkuyorum.

Gülüşlerime hüzün saklı.

Onu görmenden korkuyorum. Mutlu iken zaman çabuk geçermiş. Zamanın geçmesinden korkuyorum. Girdiğim zaman tünelinin ucundaki ışıktan korkuyorum. Kalbimi sana emanet etmekten korkuyorum. En kötüsü de bir ömür sana sevdalı kalmaktan korkuyorum.

Niye ışığım soldu,

Niye güneşimdeki çizgiler?

Ellerini ısıtamamaktan korkuyorum. Sevilmeye doymaktan ama senin aç kalmandan korkuyorum. İçimde uçuşup duran kelebeğin kaçmasından korkuyorum. Ben sihirli elmayı yemekten korkuyorum.

Cennetim oldun.

Cennetten kovulmaktan korkuyorum. Destanlar vardır göz göze geldiğinde yazdırılan. Ben efsanen olmak istedim. Efsaneni duyamamaktan korkuyorum.

Umut  bakışlı sevdam,

Kucak açmış, beklerim.

Sahnelerde yankılanan sesin

Taşar sokaklara.

Oyun biter, perdeler iner.

Ben bu perdenin inmesinden korkuyorum. Oyunun bitmesinden  korkuyorum.

Doğru anlatırsan bana kendini

Doğru okursan kalbimi,

Doğru yazarım hikâyemi.

Bu hikâyeyi yanlış yazmaktan, seni anlayamamış olmaktan korkuyorum.

Gözlerinde hüzün var,

Belki birazdan

Çekip gideceksin.

Çekip gitmenden korkuyorum.

Dünya yorgun,

Sen dargın.

Gölgene her bakışında

Beni göreceksin.

Baktığında beni görememenden korkuyorum.

Geceler bitmesin isterim,

Gün doğmasın.

Düşlerimdeysen eğer sen.

Düşlerime girmemenden korkuyorum.

Mavi bir rüya idi yaşam,

Gözleri açık seyre dalınan.

Seninle birlikte seyredememekten korkuyorum.

Yitik zamanlarda kalmasın duru gölüm

İçinde kuğuların yüzememesinden korkuyorum.

Evren hangi uzunlukta

Bir cümleye sığar,

Ve kaç heceye bölünür?

En uzun cümlem sen olmalısın. Olamamandan korkuyorum.

Ben galiba saçmalıyorum.

Yazan: Müşerref  ÖZDAŞ

KALANLAR VE GİDENLER

VEDA
Hani o bırakıp giderken seni
Bu öksüz tavrını takmayacaktın?
Alnına koyarken veda buseni,
Yüzüme o türlü bakmayacaktın?
Orhan Seyfi Orhon

KALANLAR VE GİDENLER
Kimi zaman zor gelir gitmek.Kimi zaman da zor gelen kalmaktır.Yaşamımız tercihlerimizin toplamıdır.Ve bazen yaşamımız ayrılıklar toplamıdır.Yarım kalan şiirleri,yarım kalan öyküleri barındırır.Kalmayı tercih edenler yüreğinin sözünü dinleyemeyenlerdir.Onun götürdüğü yere gidemeyenlerdir. Gitmeyi tercih edenler de birdenbire gitmezler aslında.Önce küçük adımlar atılmıştır fark ettirilmeden. Yanıbaşınızdadır gitmeye aday olan ama gönlü uzaklardadır.Adım adım da uzaklaşmaya devam eder.Sonra adımların sayısı artar.Ve bir gün bakıverirsiniz yanıbaşınızda görmeye alıştığınız o kişi yok artık.Gitmiştir,gidebilmiştir.Tercihini yapabilmiştir.
Trenler kaçırılır çoğu zaman.Ama treni kaçırmanın iyi tarafları da olabilir.Sonraki trende,farklı yolcularla birlikte olabilmek,farklı tadlar ve renkler tanıyabilmek gibi…
Gideceğiniz istasyona yine varmışsınızdır.Yer doğrudur,zaman doğrudur.Beynimize ver-
diğimiz yanlış kodlamalar çoğunlukla doğru ile yanlışı ayırt edemememize sebep olur.
Doğru zaman ,doğru yer… Ne zamandır o doğru zaman? Neresidir o doğru yer ?
Hiç gitmemektense, gidip geri dönebilmeyi de göze alabilmeli insan.Hayallerini görmezlikten gelmemeli…gidebilmeli…Ve eğer giden geri dönerse,dönene de hoş geldin diyebilecek kadar büyük olabilmeli bu yürekler…
Ihlamur çiçekleri açarken geliverir belki beklenen.Belki kalan siz iseniz,bir gün,bir akşamüstü siz de bir yere gidiverirsiniz.Bilin ki o yer, mutlaka yüreğinizin götürdüğü
yerdir.Doğru yerdir.Doğru zamandır.Neden direnirsiniz?Bilinmeyenden mi? Düşünün ki
şu anı da dün bilmiyordunuz, bilemezdiniz.Korkulara,kodlamalara yer vermeyelim beyinlerimizde.Sınırlamalarla küçültmeyelim dünyalarımızı.Renkleri soldurmayalım…Hoşça
kal ve Hoş geldin…bu iki kelimeyi korkmadan kullanabilelim.
Sevgiyle kalın…Hoşça kalın…
Müşerref ÖZDAŞ

YAŞLI BİR ADAMIN HİKÂYESİ VE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU ( AH BABAM ! )

YAŞLI BİR ADAMIN HİKÂYESİ VE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU
( AH BABAM! )

Yaşlı bir adamın hikâyesi bu. Yaşamın yorgunluğuna katmıştı yorgunluğunu. Sabah çayını içiyordu. Demli çayını. Yüreğinde demlenmiş nice acılar gibi demli çayını… Ve sigarası yoldaştı ona. 64 yıllık yaşamına üç hecelik mutluluğu sığdıramayanlardandı. Öylesine bir güne başlamıştı. Az sonra çıkar dolaşırım diyordu içinden. Kalktı, giyindi, ayağında eskimiş ayakkabıları ile yola çıktı. Amacı yeni bir ayakkabı almaktı. Sağda solda rastladığı tanıdıklara, yaşıtlarına selam vererek ve pek de acele etmeden yürüyordu. Çarşıya varmıştı. Vitrinlere baka baka ilerliyordu. Bir mağazaya girip birkaç ayakkabı denedi ve siyah bir tanesinde karar kılıp alarak çıktı. Onun için o anın ihtiyacı buydu. Ve bunu gerçekleştirebildiği için mutluydu. İşte bu kadarcık bir şeydi bazıları için mutluluk. Ama yine de yaşamına, bu yaşama armağan bıraktığı siyah saçlarına ve karşılığında aldığı ak şaçlarına, yüzündeki kırışıklıklara sığdıramamıştı işte o üç hecelik mutluluğu. Yine ağır ağır evine geldi. Yalnızlık sinmiş evine. Yatağının başucunda iki çerçeve dururdu. Yıllar öncesini hapseden iki çerçeve. Birinde eski eşi ve kendisi yan yana duruyordu. Ötekinde de oğlu ve kızı. Yalnızdı son yılarında yaşlı adam. Bir nefese, bir söze muhtaç… Yaşam akıp gidiyordu işte. Demli çayı ve sigarası eşliğinde.
Kızına düşkündü. Yakın olmasalar da birbirlerini severlerdi kuşkusuz. Ama kader onları birbirinden uzak tutuyordu. En son kızını göreli yaklaşık iki ay olmuştu. Elinde bir poşet, içinde pijamalar, kızına gitmişti birkaç gün kalmaya. Son Cuma namazını kılıp evine dönmüştü yine. Ve aradan günler geçip gitmişti. Bir gün kızı gördüğü rüyasında gerçek yaşamında hiç olmadığı kadar sıkı ve içten bir şekilde koşup ona sarılmıştı. Nereden bilirdi ki bunun bir son veda olduğunu? Bir şarkı duymuştu sarılırken de: “ Geçti ömrün baharı, ihtiyar olduk bugün.” Etkilenmişti bu rüyadan o mahzun kız. Henüz iki gün geçmeden bir telefon geldi. Aldığı haber hiç de hoş bir haber değildi. Babasıyla ilgiliydi. Bir gece sabaha karşı düşüp bayılmıştı. Yeğenleri ve kardeşi tarafından hastaneye götürülmüş, oradan da büyük şehirdeki başka bir hastaneye yönlendirilmişlerdi. Artık anlaşılmıştı ki durum ciddiydi. Akciğer kanseri idi ve yaklaşık 1,5- 2 aylık bir ömrü kalmıştı. Yapılması gereken tedaviler ancak acısını azaltmaya yönelikti. Kurtuluşu yoktu. Kendisi bunu bilmiyor ve ilaçlardan, doktorlardan medet umuyordu. Şifa bekliyordu. Aralarla hastaneye girip çıkarak son günlerinin geldiğinin farklında değildi.
O hafta sonunu oğlu ve gelini ile birlikte deniz kenarında geçirmeyi bir gece önceden planlamışlarken, gece aniden fenalaşmış banyoda yere düşmüştü. Ve acılar çekiyordu yine. Hemen o gece hastaneye götürüldü tekrar. Ve giderken ilk defa yeni aldığı ayakkabılarını giymek istemişti. Giydi ve gittiler. Ertesi gün sabah erkenden kızına haber verdiler yine. Bu defa sanırım onu artık yolcu etmeleri gerektiğinin onlar da farkına varmıştı. Yola çıktı kızı erkenden. Hastaneye ulaştı ve onu beyaz çarşaflar içinde, hastane yatağında iyice zayıflamış, adeta kemikleri sayılır ve rengi sapsarı görmüştü. Hepsi biliyordu bu sonun geleceğini. Öyle bir acıdır ki acınızı saklamak zorunda olmanız. Acıdan taş kesilirsin adeta. Ve gözlerindeki nem donar kalır. İçin kanar usul usul. Okyanuslar kabarır. İşte o mahzun kızın da içi kanadı o gece sabaha kadar. Fırtınalar esti. Yaşlı adamın koluna takılı serumun hortumuna arada bakarak söylediği bir söz o mahzun kızın hafızasından hiç silinmeyecekti. O sözler şunlardı:“Bu gün sabah olmayacak galiba.” Ve yaşlı adam dayanılmaz acılarına Kelime-i Şahadet getirerek katlanmaya, zamanın akışını durdurmaya çalışıyordu…
Ve işte o gün o yaşlı adam için sabah olmadı. Acısı dindiğinde artık o bu dünyaya ve sabahın beşinde acısını içine akıtan kızına veda ederek çekip gitmişti. O kız son akşam yemeğinde sadece birkaç yudum su verebilmişti ona. Ve sevgi dolu bakışlarını hatıra bırakmıştı. Hemşireler son an koşup müdahale yaparken çıkarmışlardı onu dışarı. Bir kaç dakika sonra hemşirelerden biri gelip başınız sağ olsun dediğinde artık tamamen bırakıvermişti kendini. İçine hapsettiği ve dondurduğu acısı artık dışarı taşıvermişti. Henüz tam soğumamış beden o incecik beden beyazlara sarılıp sarmalanmış ve ayaklarından bağlanmış bir halde beyaz çarşaflı yatağındaydı. Yüzünü görmek istedi son bir kez daha. Sapsarı ve soğuktu. Eğilip sol yanağından ve ışığı sönmüş alnından öperek usulca veda etti yaşlı adama, babasına, doyamadığı babasına. Ona söyleyebildiği son sözler sadece “ Güle güle git! “ olmuştu. Geriye kalan sadece, hastane amblemli bir poşete doldurulmuş üzerinden çıkan eşyalar ile ilk ve son kez giyebildiği siyah ayakkabıları olmuştu. Elinde poşet, yüreğinde çöreklenmiş acı ve yanaklarından süzülen damlalar ile çıkıp gitmişti oradan. Hastane bahçesinden dışarı çıkarken son defa dönüp baktı geriye. Ah babam! Ben seni hiç doyasıya sevemedim ki dedi ve yürüyüp gitti.

AH BABAM…!

Ah babam…!
Seni ben hiç
Doyasıya
Sevemedim ki…

Sen bana can verdin,
Bense,
Son nefesinde
Bir yudum su
Sadece…

Ah babam…!
Ben seni hiç
Doyasıya
Sevemedim ki…

Bir sabah
Öptüm sararmış alnından…
Gün doğmamıştı daha,
Soğuktun…
Solmuştu
Alnındaki ışığın…
Ellerini öptüm
Son defa,
Isıtabilmek için..
Nafile…!

Karayeller esti içimde.
O günden sonra
Ben bir daha,
Kimsenin elini
Öpemedim ki…

Okyanuslar taştı
Göğsümdem
Yıkıp geçti
Tüm geçmişi…
Güle güle git !
Dedim usulca…
Bana cevap veremedin ki…

Ben artık
Gelen sabahlara
Doğan güne
Sevinemem ki…

” Geçti ömrün baharı ”
İhtiyar oldum bugün ”
Dedin bir gece
Düşümde…
Aylar önce.
Bu bir
Son vedaymış,
Bilemedim ki…

Ah babam…!
Ben seni
Doyasıya
Sevemedim ki…

Müşerref ÖZDAŞ

Sevgili genç şair arkadaşım İbrahim Sarp Baysu’nun yazdığı gibi : ( ” Siz şiirlerimi okurken ağlıyorsanız,ben yazarken ölüyorum. ” )….Kendisine bu dizeleri eklememe izin verdiği için teşekkürlerimi sunarım…
Ekim 2009-Manisa

BİR YAŞAM ANALİZİ

Yaşamın provası yoktur. Herkesin bir sahnesi vardır. Sahneye çıkar, rolünüze başlar, oyuna devam edersiniz.. Herkes kendi sahnesinde ve her defasında farklı bir oyun sergiler. Bu oyunu diğer sahnelerden, diğer oyuncular da izler. Birbrlerinin oyununu beğenir ya da beğenmez, alkışlar ya da alkışlamaz. Bazen duraklar, bomboş bakarsınız. Rolünüze ara verirsiniz en depresif anlarınızda. Geri dönüp çokça bakarsınız. Çokça eleştirirsiniz kendinizi ve başkalarını. Özellikle de başkalarını.

Bir süreçtir yaşanan. Belki bu sürecin sonunda sahneniz değişecektir. Başka bir sahnede, oyuncularla birlikte rol alacaksınızdır. Onların tecrübelerinden faydalanacaksınızdır. Öyle de olsa ara verilen zamanlar olacaktır, olmalıdır…Dinlenme molaları, sahneden inilen, makyaj tazelenen zamanlar olacaktır.

Yaşam bir yoldur. Yola çıkarsınız, önceden geçilmemiş yollardan geçersiniz. Gittiğiniz yolda aracınız da bozulabilir. Trafik levhalarını fark etmeyebilir, fark etseniz de uymayabilirsiniz. İçinizdeki canavarı başıboş da bırakabilirsiniz. Ne zaman bir dönemece geleceğinizi bilemeyebilirsiniz. Diyelim ki her şey yolunda…Yine de sizden olmasa da karşınızdan ya da arkanızdan gelenlerin yaptığı hatalar size de kaza yaptırabilir. Duraklamanıza ve tabii ki hedefinize varmanızda gecikmeye sebep olabilir. Ya da başka bir yola saparsınız. Bu yol belki bir öncekinden daha tehlikeli, belki daha kolaydır. Belki yolunuzun üzerinde hiç benzin istasyonuna da rastlamayacaksınız, benzininiz bitecek ve kalakalacaksınız. Belki otostop yapmayı deneyeceksiniz. Belki de yaşamınızdaki en güzel tesadüf ile karşılaşacaksınız. Bir masal veya filmdeki gibi….

Peki ne yapacağız? Hiç yola çıkmayacak mıyız? Yeni yerleri hiç merak etmeyecek miyiz? Düşlemeyecek miyiz? Hayallerimizi avuçlarımıza mı hapsedeceğiz? Hayır…elbette hayır.

Ne olursa olsun sahnelere çıkacak, oyunumuzu oynayacağız. İzleyicimiz tek kişi olsa da. Gerekirse ara verip tekrar başlayacağız. Yollara da düşeceğiz elbet. Yollarda da duracağız, molalar vereceğiz. Belki gönül dolusu, iç ferahlatıcı manzaralar da izleyeceğiz yol boyu. Gideceğimiz yolun düz olmadığını bileceğiz. Tehlikesiz olmadığını bileceğiz. Ama yine de gideceğiz…Yolda karşılaşılan diğer yolcuların farklı yerlere gittiğini, farklı yerlerden geldiğini bileceğiz.

Yaşam böyle bir şey işte… Yola çıkar, devam eder, bazen mola verir, yine devam ederiz… etmeliyiz… Çıktığımız yol bizi mutlaka bir yere götürecektir.

Yaşam yolculuğunuz keyifli geçsin…
Müşerref ÖZDAŞ

YALNIZ RUHLARIN ÇIĞLIĞI

Burada kopkoyu suskunluk
Belki oradan duyarsınız bu sessizliği
Gururumdan öyle alçak gönüllü ki
Acılarım ölür de haykırmaz kendini.
Aziz NESİN

Öncelikle sevgili Aziz Nesin’i rahmetle anıyorum. Işık içinde yatsın. Onun aydın kafasının içinde bile sessiz çığlıklar olduğunu ne güzel anlatıyor bu dizeler… Onunla 1992 yılında 6 Eylül Akhisar’ın Kurtuluş yıldönümünde tanışıp sohbet edebilme imkanı bulmuştum. Yüzünden ve sözlerinden insan sevgisini duyabilme, görebilme mutluluğunu yaşamıştım… Hatırladıkça buruk bir tebessüm belirir yüzümde…

İnsanların birbiriyle direkt iletişim kuramadıkları, bunun yerine gizlendikleri odalarında, PC’lerinin başında, tuşlar ve ikonlar aracılığıyla iletişimi tercih ettikleri, ruhların daha da yalnızlaştığı, sessiz çığlıkların daha da arttığı zamanlardayız. Sanal dünyaların, sanal elemlerin, sanal sevgilerin, sevgisizliklerin yaşandığı çağlardayız… İnsanların birbirine iki adım ötede olup da ulaşamadığı, birbirlerinin kapısını çalamadığı, çareyi sanallıkta aradığı, bulduğu, bulmaya çalıştığı, bulduğunu zannettiği çağlardayız… Satır aralarını okumak deriz ya, bir hassas ve yalnız ruhun çığlıklarını kaçımız fark ederiz?… Ben böyle bir çığlığı ilk kez şu satırlarda hissettim sanal alemde : ” Ben mutlu olmayı beceremiyorum, hiç olmazsa siz olun! “…

Bir fotoğraf yorumunun altında okuduğumda bu satırları, içim titredi.Bir yalnız ruhun ürpertisi, çığlığı bu cümle ile ulaştı kalbime. Ruhum üşüdü… Yazabileceğiniz bir güzel söz, bir an karşınızdaki insanı öylesine mutlu edebiliyor ki, bunu defalarca gördüm. Destek ve yardım ihtiyacı olduğunu sezdiğim her dostuma ulaşmaya çalıştım. Küçük bir cümleyle, küçük bir ünlemle, küçük bir şiirle… Neredeyse hastalıkların bile sanal olarak teşhis ve tedavi edildiği, edilebileceği dönemlerde yaşıyoruz. Öyleyse neden olmasın? Bir dostumuzun uzaktan bile olsa neden elini tutmayalım? Neden ruhuna dokunmayalım..??? Buna gün gelir bizim de ihtiyacımız olabilir. Birbirimizden bunu esirgemeyelim. Bir çift güzel sözü, bir gülümseyişi hem gerçek dünyamızdan hem de sanal dünyalarımızdan esirgemeyelim. Bir telefonun ucundaki sesin titreyişinden anlayalım. Uzun ya da kısa bir cümlenin içindeki o bir tek kelimeyi bulup çıkaralım. Yalnız ruhların çığlığını duyalım. Üşüyen ruhları sarıp sarmalayalım. Sevgiyi dünyamızdan eksik etmeyelim. Çiçekli bir dal gibi sunalım hayata… Ve ellerimiz uzatalım dostlarımıza… Karışalım hayatın büyük dolaşımına bir şairimizin dediği gibi… Sevgiyle ve dostlukla kalın. Ruhunuz üşümesin asla…

Müşerref ÖZDAŞ